28 Ekim 2010 Perşembe

Kız Kulesi’nden St. Morritz’e bir akşam yemeği..

Yatak odasının açık unutulan kapı eşiğine ulaştığında Agâh Bey’in bakışları gayri ihtiyari komedin üzerinde durmakta olan valize kaydı. Evet, eşi yine her zamanki gibi çıkacağı yolculuk öncesinde hiç üşenmeden titizlikle hazırlayıp şimdi bulunduğu yere bırakmıştı onu. Fakat nedense bu kez valiz olduğundan daha bir şişkince görünüyordu gözüne. Eline alarak önce şöyle bir ağırlığını yokladı ve sonra yatağın üzerine bırakarak içinde, bulunması gerekenlerin dışında başka bir şeyin olup olmadığını kontrol etti. Birer çift ütülü pantolon , gömlek , çorap, iç çamaşırları, havlu, bornoz, diş fırçası, parfüm ve o çok sevdiği spor ceketi, kısacası yolculuğu sırasında ihtiyaç duyabileceği her şey unutulmaksızın tastamam yerleştirilmişti valizine. Şişkinliğe neden olabilecek ise hiçbir fazlalık yoktu içinde.


O halde valiz neden böylesine büyük gözükmüştü gözüne. Karşısındakini yutmaya hazırlanmış bir canavar hayal etti bir an için. Yüzünde bir tebessüm belirdi fakat çok sürmedi bu. Aklına düşen şeyden utanmış olacaktı ki ciddileşti birden. Eee, nede olsa altmış yaşını devirmek üzereydi artık. Böylesi saçma sapan yakıştırmalarla oyalanacak çağda değildi. Ne bu türden bir laçkalaşmaya nede evden ayrılacak olmanın anlamsız duygusallığına yenik düşmemesi gerekiyordu. İlerleyen yaşla birlikte akılda da bir çözülme hali mi yaşanır olur nedir! İnsan kendini bir kere kaptırmayadursun bu akışa, nerede, nasıl duracağı ve sonrasında ise ne yapacağı hiç belli olmazdı. Bu düşüncelerle irkilerek kendine geldi. Valizin fermuarını çekip kapatırken zorlandığını fark etmedi bile.



Akşam yemeği için alt kattaki yemek odasına indiğinde eşi Ayşe Hanım’ı sofrada kendisini beklerken buldu. İyi akşamlar güzelim dedi. Hemen, boş olan sandalyelerden birini çekip masada eşini iyice görebileceği bir yere taşıdı ve geçip karşısına oturdu.

- Bakıyorum da çoktan başköşeye kurulmuşsun bile! Ev işlerini derleyip toparlamada inan kimse eline su dökemez. Bunca yıldır evliyiz, bugüne dek bir kusurunu bile görmedim! Haydi, söyle bakalım şimdi bana, hamurun neyle yoğrulmuş senin?

Agâh Bey gönül alıcı bu sözlerin etkisini merak ederek, başı önde uysal bir çocuk gibi verilecek olan cevaba kulak kesilmişti.

- Evden, yine uzun süreliğine ayrı kalacaksın anlaşılan. Şu yaşa geldin hala dur durak bilmiyorsun! Anlıyorum sağlığına iyi geliyor bu koşuşturmalar falan ama ya bunun benim için ifade ettiği anlam! Hiç mi düşünmedin gerçekten bunu?

Sitem dolu konuşmalarına alışkın olduğu halde Agâh Bey işittikleri karşısında önce şöyle bir yutkundu, bakışları hızlıca sofrada bulunan öteberi üzerinde dolaştı. Sonunda, aradığını bulmuşçasına nar gibi kızaran hindi dolmasına yöneldi. Çatallaşan ses tonuyla;

- O kadar ısrara rağmen gelmemek için direnen sensin ama! Dedi.

- Seninle gelsem n’olacak sanki! İşten başka bir şeyi görmüyorsun? Kim bilir hangi ülkede yine hangi otele tıkacaksın bi başıma beni!

- Ama seninle bu kez, önce St Morris’e uğrayacağız. Hem bak, orada kayak yapmayı falanda öğrenebilirsin. Bu yaştan sonra neme lazım kayak mayak demeğe kalkışma sakın, fena halde bozulurum vallahi. Adam dediğinin, biraz da ruhu genç olmalı canım! Ortamdan hoşlanırsak, birkaç gün fazlaca kalıveririz şu otelde. Sen eğlenirken, bende Frankfurt’ta ki semineri çıkarıveririm usulca aradan.

Ayşe Hanım, aptallaştı duydukları karşısında. Kocası olacak bu adam ya anlamak istemiyordu kendisini ya da düpe düz budala yerine konuluyordu. Söyledikleriyle yaşına küstahça gönderme de bulunmasaydı belki bunu da öncekilerden farksız kabul edecek, alınmayacaktı sözlerinden.

- Ruhu genç mi olacakmış! İyice saçmaladın artık ama sen. Şuna bak hele, kocamış yaşına bakmadan gençlikten dem vurmakta bizimkisi. Karşındakine gençlik iksiri önereceğine, iyisi mi şöyle hakikatlisinden genç bir dilber buluver yanına da olsun bitsin bu iş.



- Abartmadın mı durumu sence de biraz! Neyi kastettiğimi bal gibi biliyorsun. Strestir zaten tüm hastalıkların nedeni. Hava değişimi eminim ki çok iyi gelecektir içindeki o sancılara. Bütün derdim koca bir ömür seni hep yanımda hazır bulabilmek. Şu bizim teras katından başın omuzlarımdayken boğazın o mehtaplı gecelerinde ufka dalıp, seninle gelecek hakkında türlü, türlü söyleşiler yapabilmek.

Hizmetçinin girişiyle konuşmasına ara verdi Agâh Bey. Hizmetçi kadın ise tavırlarında ancak işe yeni başlayanlarda görülen bir şaşkınlıkla;

- İsterseniz daha sonra geleyim, tabaklar olduğu gibi duruyor da beyim. Dedi.

- Toparla ortada ne varsa kızım, aç değiliz bu akşam. Yalnız, aşçıya söyle de alınmasın sakın. Şu hindi dolmasını ise masada bırak.

Öteberiyi toplamaya koyulan kadının yüzü, telaştan al al olmuş, gül kırmızısından kiremit rengine, kırmızının tüm o tonlarının gelip geçtiği bir uğrak yerine dönmüştü. Ayşe Hanım’ın dikkatinden kaçmadı elbette bu.

- Evimizde yabancı sayılmazsın artık, telaşlanacak bunca ne var be kızım! Rahat olsana biraz!

Fakat bu ikaz bile kendisini yatıştırmamış, beklenenin aksine yüreğindeki çarpıntıyı daha da arttırmıştı. Kızcağız sarsaklığı yüzünden çıkışta sendelemiş tepsideki kristal bardaklardan birini yere düşürüp kırmıştı. Gürültüyü ise ev sahiplerinden nedense hiç duyan olmadı. Agâh Bey eşinin yanı başına iyice bir sokulmuş, hizmetçi kadının bulunduğu yerden ancak fısıltı halinde duyulabildiği bir sesle yine bir şeyler mırıldanmaktaydı kendisine. Elinde kepçeyle mutfak kapısında beliren ve takındığı o çokbilmiş edalarıyla evdeki çalışanlarca hiç ama hiç sevilmeyen şu aşçı kadın ve suratındaki o budala gülümsemesi ile daima onun yardakçılığını yapmakta olan aşçı yamağı bile bu kez ona sadece aralarında kikirdemekle yetindiler.

Hizmetçi kadın elindekileri, mutfak tezgâhına yıkanmamış diğer bulaşıkların yanı başına bıraktı. Akşam yemeği hazırlanırken tenceresinden tavasına varıncaya dek aşçı kadının elinden geçen tüm o alet ve edevat, üzerindeki yemek kalıntılarıyla birlikte olduğu gibi tezgâh üzerine bırakılmış ve her akşam yemeğinden sonra aşçı yamağının gözünde dağ gibi yükselmekte olan şu bulaşık yığınına dönüşmüştü.