Bosphorus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bosphorus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ağustos 2008 Salı

Dünya Savaşlarından Montreux Anlaşması’na, Boğazların Stratejik Önemi..


Boğazların konumu, Asya ile Avrupa kıtalarını birbirinden ayıran doğal bir yapı olmasının yanı sıra Ege Denizi üzerinden Marmara ve Karadeniz’e uzanacak ya da ters istikamette izlenebilecek deniz trafiğinin kontrol edilebilmesine imkân vermesi nedeniyle geçmişten bugüne önemini hiç yitirmedi. Boğazların stratejik öneminin fark edilerek bunun askeri ve siyasi amaçlarca kullanımı acaba tarihin hangi döneminde ön görülebilmişti?
Sorunun cevabı araştırıldığında karşımıza Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet çıkıyor. Fatih’in “Karadeniz’i Osmanlı gölü yapma” hedefinde ilerlemesi,1452 yılında İstanbul Boğazı’nın en dar yerine Rumeli Hisarı’nı yaptırıp buradan geçecek her gemiden geçiş ücreti olarak “ müruriye” almasıyla başlamış olup 1484’te Karadeniz’in kuzey kıyılarındaki Kili ve Akkerman kalelerini feth etmesiyle sonuçlanmış olur. Zamanın süper gücü olan İngiltere bu iki kalenin fethini “ Ancient rule of the Ottoman” adıyla tanımlar ve konumunu kabullenir. Ayrıcalıklı durumun sürdürülmesine Rusların Karadeniz’e inmelerinin engellenilmesi nedeniyle göz yumulur. Ancak Osmanlı’nın 1736 yılında Azak Kalesi’ni Ruslara terk etmesi ve ardından Küçük Kaynarca Anlaşması ile Kırım’ın Ruslara bırakılması, boğazlar üzerindeki hâkimiyetin kaybedilmeye başlamasına neden olmuştur. Bu tarihten itibaren Ruslar, Karadeniz’de harp gemisi bulundurmak, kendi gemileriyle ticaret yapmak ve ticari gemilerini boğazlardan rahatlıkla geçirmek hakkını elde etmiş bulunuyorlardı. Rusya’nın Fransa ile boğazların kontrolüne yönelik görüşmeler yaptığı öğrenilince Osmanlı Devleti 1809 yılında Britanya ile “ Kale-i Sultaniye Anlaşması” imzalar ve bu oyunu bozmaya çalışır. Ancak Britanya ile yapılan bu anlaşma Boğazların statüsünün ikili görüşmeler ile belirlenmesine razı olmak anlamına geliyordu.
Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın 1831’de Osmanlı’ya karşı ayaklanması ve ardından oğlu İbrahim Paşa’nın Konya’da Osmanlı’yı mağlup etmesi üzerine Avrupalı devletlerden yardım alınamamış ve beklenen yardım Rusya’dan gelmiştir. Rusya ile bu yardım karşılığı 1833 yılında “ Hünkâr İskelesi Anlaşması” imzalanmış ve anlaşmanın sekiz yıl için geçerli olduğu konusunda mutabakata varılmıştır. Anlaşma maddeleri arasında “ Rusya’nın talebi halinde Osmanlı’nın Boğazlara yabancı herhangi bir savaş gemisini sokmayacağı taahhüdü vardı.
1839 yılında Kavala’nın Osmanlı ile Nizip’te tekrar karşılaşması üzerine Osmanlı, 13 Temmuz 1841 yılında Rusya, Avusturya, Fransa, Britanya ve Prusya ile “ Akdeniz ve Karadeniz Boğazları Hakkında Londra Sözleşmesi” imzalandı. Barış zamanlarında Boğazların savaş gemilerine kapalılığı ilkesi Osmanlı Devleti’nin takdir ve tasarrufundan çıkarılarak uluslar arası yükümlülüklere bağlanması bu anlaşmanın en önemli maddesi oldu.
Anlaşma, küçük ihlal ve itirazlara rağmen Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar geçerli oldu. İhlallerin en önemlisi, Ağustos 1914 yılında Osmanlı Devleti’ni savaşa dâhil olmaya iten Goeben ve Breslau adlı iki Alman gemisinin Boğazlardan geçerek Rusya limanlarını bombalaması olayı idi. İtilaf devletleri Boğazların kontrolünü Rusya’ya kaptırmamak için İstanbul’u işgal etmek zorunda kalmışlardı. Savaşın ardından Lozan Barış Anlaşması’nın bir parçası durumundaki ‘ Boğazların Tabi Olacağı Usule Dair Mukavelename’ye göre’ Boğazların statüsü tekrar değerlendirilmiş ve 1841’deki şartlar geçerli kabul edilmişti. Türkiye’nin Boğazların konumunu kendi lehine çevirmek yönündeki girişimleri, Möntre ( Montreux) Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanması ile sonuç vermişti ( 20 Temmuz 1936).
( Yararlanılan Kaynak; Ayşe Hür, 24 Ağustos 2008 tarihli makale)
Geçerliliği yirmi yıl ile sınırlandırılmış olan anlaşma, şimdilik itiraz edilmeksizin uygulanmaktadır. Taraf olan üye ülkelerden herhangi bir başvuru olduğu takdirde konumu tekrar gözden geçirilebilecek olan anlaşma, Boğazların kuzeydeki gelişmeler nedeniyle stratejik öneminin tekrar fark edilerek öne çıktığı bugünlerde umarım taraflar arasında yeni anlaşmazlıklara neden olarak ülkemizi taraf olmaya zorlamaz.

Author: Aydın AKDENİZ



5 Ağustos 2008 Salı

Sosyokültürel Değişkenliğimizde Coğrafi Bir Etki Olarak Anadolu Gerçekliği!


Zor bir coğrafyada yaşamanın geçmişten bugüne uzanan sıkıntılarını sürekli olarak devralmakta bölge insanı. Genetik özelliklerin mirasçısı olmak gibi bir şey; elinizde bulunmayan nedenlerle yüklendiğiniz özelliklerin, duruşunuza müspet ya da menfi etkileriyle boğuşmak zorunda kalışınız ne kadar sizin doğrudan doğruya bizzat kendi kazanımlarınızla ilgili ise burada da benzer bir durum söz konusu. Asya ile Avrupa arasında sıkışıp kalan ve bu coğrafyada yaşayan toplumlar, kendilerini siyasi ve kültürel birlikteliği oluşturacak olan sürecin ilk adımlarını atarken bile önlerinde söz konusu olan kimlik bunalımını buldular. Asyalı mı olacaklardı yoksa Avrupalı mı? İlişkiler hangi zeminde, nasıl geliştirilecekti? Dünya’ya bakışta birbirine taban tabana zıt olan bu iki ayrı mantığın kendi coğrafyalarında şekillendirdiği sosyokültürel dinamiklerin; birbirleriyle karşılaşarak rekabete giriştikleri, varlık mücadelesi verdikleri şu topraklarda tercihler hangi yönde yapılacaktı!
Coğrafi bir konum, bu topraklarda yaşama kararlılığında olanların karşısına işte böyle bir işve ile çıkıyordu. Bu topraklarda yaşayacak olan toplumlar geldikleri yer her neresi olursa olsun farklılaşmak zorunda kalacaklardı. Doğudan batıdan, kuzeyden ya da güneyden hangi yönden gelmiş olsalar da şu coğrafyanın içinde barındırdığı gerçeklerle yüzleşecek ve beraberinde getirdiği değerlerinden arınacak, bu toprakların izin verdiği nispette olanlarını sahiplenebilecekti ancak. Çünkü iki kıtanın kendi bünyelerinde barındırdığı zenginlik ve bunların elde sıkı sıkıya tutulma kararlılığı şu topraklar üzerinde bir kırılmaya ve ortaya bir boşluğun çıkmasına neden oluyordu. Yöresel dokuya uygun olarak buralarda şekillenen medeniyetler söz konusu olan bu boşluğu ne kadar dengeleri gözeterek ve buna kendilerinden olanı ne kadar kabul ettirebilmişse o nispette büyüme ve varlığını sürdürme imkânı bulmuştur. Kısacası bu topraklar kendi gerçekliğinin farkında olana yaşama fırsatı tanıyor, farklılıkları kendi bünyesinde harmanlayarak bunu sonunda yine kendine benzetiyordu. Bu misyonun bilincinde olana ise bakir alanlara doğru uzanan bir hareket kabiliyeti veriyordu. Durağan ve hantal olanı değişime zorlayacak bir dinamizm ve canlılık bahşediyordu!
Bu toprakların gerçekliğini ve sahip olduğu potansiyeli fark eden harici unsurların iştah ve gayreti geçmişten bugüne hiç eksik olmamış ve bu topraklarda yaşayan toplumları daima uyanık olmaya ve birbirleriyle dayanışmaya sevk etmiştir. Günümüzde yaşanan sosyal sorunların ne kadar bununla ilintili olduğunu sanırım çok ciddi bir şekilde düşünmek durumundayız bugünlerde!

Author: Aydın AKDENİZ