28 Ekim 2010 Perşembe

Kız Kulesi’nden St. Morritz’e bir akşam yemeği..

Yatak odasının açık unutulan kapı eşiğine ulaştığında Agâh Bey’in bakışları gayri ihtiyari komedin üzerinde durmakta olan valize kaydı. Evet, eşi yine her zamanki gibi çıkacağı yolculuk öncesinde hiç üşenmeden titizlikle hazırlayıp şimdi bulunduğu yere bırakmıştı onu. Fakat nedense bu kez valiz olduğundan daha bir şişkince görünüyordu gözüne. Eline alarak önce şöyle bir ağırlığını yokladı ve sonra yatağın üzerine bırakarak içinde, bulunması gerekenlerin dışında başka bir şeyin olup olmadığını kontrol etti. Birer çift ütülü pantolon , gömlek , çorap, iç çamaşırları, havlu, bornoz, diş fırçası, parfüm ve o çok sevdiği spor ceketi, kısacası yolculuğu sırasında ihtiyaç duyabileceği her şey unutulmaksızın tastamam yerleştirilmişti valizine. Şişkinliğe neden olabilecek ise hiçbir fazlalık yoktu içinde.


O halde valiz neden böylesine büyük gözükmüştü gözüne. Karşısındakini yutmaya hazırlanmış bir canavar hayal etti bir an için. Yüzünde bir tebessüm belirdi fakat çok sürmedi bu. Aklına düşen şeyden utanmış olacaktı ki ciddileşti birden. Eee, nede olsa altmış yaşını devirmek üzereydi artık. Böylesi saçma sapan yakıştırmalarla oyalanacak çağda değildi. Ne bu türden bir laçkalaşmaya nede evden ayrılacak olmanın anlamsız duygusallığına yenik düşmemesi gerekiyordu. İlerleyen yaşla birlikte akılda da bir çözülme hali mi yaşanır olur nedir! İnsan kendini bir kere kaptırmayadursun bu akışa, nerede, nasıl duracağı ve sonrasında ise ne yapacağı hiç belli olmazdı. Bu düşüncelerle irkilerek kendine geldi. Valizin fermuarını çekip kapatırken zorlandığını fark etmedi bile.



Akşam yemeği için alt kattaki yemek odasına indiğinde eşi Ayşe Hanım’ı sofrada kendisini beklerken buldu. İyi akşamlar güzelim dedi. Hemen, boş olan sandalyelerden birini çekip masada eşini iyice görebileceği bir yere taşıdı ve geçip karşısına oturdu.

- Bakıyorum da çoktan başköşeye kurulmuşsun bile! Ev işlerini derleyip toparlamada inan kimse eline su dökemez. Bunca yıldır evliyiz, bugüne dek bir kusurunu bile görmedim! Haydi, söyle bakalım şimdi bana, hamurun neyle yoğrulmuş senin?

Agâh Bey gönül alıcı bu sözlerin etkisini merak ederek, başı önde uysal bir çocuk gibi verilecek olan cevaba kulak kesilmişti.

- Evden, yine uzun süreliğine ayrı kalacaksın anlaşılan. Şu yaşa geldin hala dur durak bilmiyorsun! Anlıyorum sağlığına iyi geliyor bu koşuşturmalar falan ama ya bunun benim için ifade ettiği anlam! Hiç mi düşünmedin gerçekten bunu?

Sitem dolu konuşmalarına alışkın olduğu halde Agâh Bey işittikleri karşısında önce şöyle bir yutkundu, bakışları hızlıca sofrada bulunan öteberi üzerinde dolaştı. Sonunda, aradığını bulmuşçasına nar gibi kızaran hindi dolmasına yöneldi. Çatallaşan ses tonuyla;

- O kadar ısrara rağmen gelmemek için direnen sensin ama! Dedi.

- Seninle gelsem n’olacak sanki! İşten başka bir şeyi görmüyorsun? Kim bilir hangi ülkede yine hangi otele tıkacaksın bi başıma beni!

- Ama seninle bu kez, önce St Morris’e uğrayacağız. Hem bak, orada kayak yapmayı falanda öğrenebilirsin. Bu yaştan sonra neme lazım kayak mayak demeğe kalkışma sakın, fena halde bozulurum vallahi. Adam dediğinin, biraz da ruhu genç olmalı canım! Ortamdan hoşlanırsak, birkaç gün fazlaca kalıveririz şu otelde. Sen eğlenirken, bende Frankfurt’ta ki semineri çıkarıveririm usulca aradan.

Ayşe Hanım, aptallaştı duydukları karşısında. Kocası olacak bu adam ya anlamak istemiyordu kendisini ya da düpe düz budala yerine konuluyordu. Söyledikleriyle yaşına küstahça gönderme de bulunmasaydı belki bunu da öncekilerden farksız kabul edecek, alınmayacaktı sözlerinden.

- Ruhu genç mi olacakmış! İyice saçmaladın artık ama sen. Şuna bak hele, kocamış yaşına bakmadan gençlikten dem vurmakta bizimkisi. Karşındakine gençlik iksiri önereceğine, iyisi mi şöyle hakikatlisinden genç bir dilber buluver yanına da olsun bitsin bu iş.



- Abartmadın mı durumu sence de biraz! Neyi kastettiğimi bal gibi biliyorsun. Strestir zaten tüm hastalıkların nedeni. Hava değişimi eminim ki çok iyi gelecektir içindeki o sancılara. Bütün derdim koca bir ömür seni hep yanımda hazır bulabilmek. Şu bizim teras katından başın omuzlarımdayken boğazın o mehtaplı gecelerinde ufka dalıp, seninle gelecek hakkında türlü, türlü söyleşiler yapabilmek.

Hizmetçinin girişiyle konuşmasına ara verdi Agâh Bey. Hizmetçi kadın ise tavırlarında ancak işe yeni başlayanlarda görülen bir şaşkınlıkla;

- İsterseniz daha sonra geleyim, tabaklar olduğu gibi duruyor da beyim. Dedi.

- Toparla ortada ne varsa kızım, aç değiliz bu akşam. Yalnız, aşçıya söyle de alınmasın sakın. Şu hindi dolmasını ise masada bırak.

Öteberiyi toplamaya koyulan kadının yüzü, telaştan al al olmuş, gül kırmızısından kiremit rengine, kırmızının tüm o tonlarının gelip geçtiği bir uğrak yerine dönmüştü. Ayşe Hanım’ın dikkatinden kaçmadı elbette bu.

- Evimizde yabancı sayılmazsın artık, telaşlanacak bunca ne var be kızım! Rahat olsana biraz!

Fakat bu ikaz bile kendisini yatıştırmamış, beklenenin aksine yüreğindeki çarpıntıyı daha da arttırmıştı. Kızcağız sarsaklığı yüzünden çıkışta sendelemiş tepsideki kristal bardaklardan birini yere düşürüp kırmıştı. Gürültüyü ise ev sahiplerinden nedense hiç duyan olmadı. Agâh Bey eşinin yanı başına iyice bir sokulmuş, hizmetçi kadının bulunduğu yerden ancak fısıltı halinde duyulabildiği bir sesle yine bir şeyler mırıldanmaktaydı kendisine. Elinde kepçeyle mutfak kapısında beliren ve takındığı o çokbilmiş edalarıyla evdeki çalışanlarca hiç ama hiç sevilmeyen şu aşçı kadın ve suratındaki o budala gülümsemesi ile daima onun yardakçılığını yapmakta olan aşçı yamağı bile bu kez ona sadece aralarında kikirdemekle yetindiler.

Hizmetçi kadın elindekileri, mutfak tezgâhına yıkanmamış diğer bulaşıkların yanı başına bıraktı. Akşam yemeği hazırlanırken tenceresinden tavasına varıncaya dek aşçı kadının elinden geçen tüm o alet ve edevat, üzerindeki yemek kalıntılarıyla birlikte olduğu gibi tezgâh üzerine bırakılmış ve her akşam yemeğinden sonra aşçı yamağının gözünde dağ gibi yükselmekte olan şu bulaşık yığınına dönüşmüştü.

16 Ekim 2009 Cuma

Türkiye İsrail İlişkilerin de “Ayrılık” Sinyali midir? Görünen..!


Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerde yaşanan gerilim, İsrail’in Gazze saldırılarının hemen ardından başlamış ve Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e “ Siz adam öldürmeyi çok iyi bilirsiniz.” Sözleriyle iyice tırmanmıştı. Asker sivil ayrımı yapmadan karşısına çıkan her hedefi vuran İsrail kuvvetlerinin bu gözü dönmüşlüğünden duyulan gayet haklı ve insani gerekçelerin etkisiyle mi verilmişti bu tepki yoksa iç gündeme yönelik siyasi mesajlar mı? Verilmeye çalışılıyordu. O günlerde ikiye bölünen medyamız bununla neyin amaçlanmış olabileceğini uzun, uzun tartışmışlardı aralarında.

Aradan geçen sürede tam her şey unutuldu derken bu kez terörle mücadelede kullanılacak olan insansız hava aracı Heron’ların Türkiye’ye teslim şartları ile ilgili yaşanan sıkıntılar, ikili ilişkilerde erozyona uğrayan karşılıklı güvenin aslında ne denli yıpranmış olduğunun bir göstergesi haline gelmişti artık. Ortadoğu’da güçlenen ve üstelik kendi amaçları doğrultusunda bölgede inisiyatif almaya başlayan bir Türkiye ve üstelik, Irak’ta vakti zamanında yaşananlar nedeniyle İsrail’in bir düşmandan daha kurtulmuş olmasının sevinci henüz kursağında iken nüfuz kazanması, İsrail tarafındaki rahatsızlığın nedeni olabilir. Bu rahatsızlık belki de Türkiye’nin verdiği mesajlardan çok, ona İsrail’in anlamakta zorlandığı bu cür’eti veren dinamiklerle de ilgili olabilir. Öyle ya, komşuları ile barışık ve kendi sınırları içerisinde terör kaynaklı sorunlarını önemli ölçüde çözmüş, tarihin bugünlere miras bıraktığı sınır ötesi anlaşmazlıklarla uzlaşı zemini arayan bir Türkiye, nereye gitmekteydi böyle? Amerika eski müttefikinden vazgeçiyor olabilir miydi? İsrail’i bir şekilde içinde bulunduğu coğrafyada kendi kaderine terk edebilir miydi? Yâ da bir hami olarak vereceği desteği sınırlama kararı mı almıştı?

“Yurtta sulh dünya da sulh” ilkesini prensip edinmiş bir Türkiye’nin elbette hiçbir komşusu ile bugüne dek herhangi bir alıp veremediği bulunmamaktadır. Çepe çevre dört bir yanımızda nice zamandır sıcak savaşlara kadar her tür problem yaşanmışken dünya barışının tesis edilmesine verdiğimiz destek yeterince anlatılamıyor olmalı ki bu tür kuruntu ve vesveseye dayalı ön yargılı tepkilere maruz kalmaktayız.

“ Ayrılık” dizisi Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkileri çıkmaza sokmamalı. Orada bir dram yaşanmıştı ve birilerinin bunu anlatması kadar doğal bir şey olamaz. Biz doğruluğunu ya da yanlışlığını sorgulamadan nasıl bir izleyici olarak Yahudi katliamını konu edinen filmleri izliyor ve ardından orada kendilerine yapılan zulmü şiddetle kınıyor ve bu yapılanları tüm insanlığa karşı işlenen suçlar olarak kabul ediyorsak aynı şekilde Gazze’de yaşananları da insanlığın öğrenmeye hakkı olmalı diye düşünüyorum.

Aydın AKDENİZ

http://blog.milliyet.com.tr/Turkiye_Israil_Iliskilerin_de__Ayrilik__Sinyali_midir__Gorunen__!/Blog/?BlogNo=208573

15 Eylül 2009 Salı

Lablace’in Şeytanı Gözüyle, İnsan Ve Politika !

Alacağı kararlarda belirleyici unsur ne idi gerçekte? Yaşamın kendine özgü o akıp giden kurgusunda önüne çıkan “özel” şartların kendisini almaya mecbur bıraktığı tavır ve duruşları kendi derinliği içerisinde yaşattığı ve aslını sorarsanız kendisinin dahi tam olarak emin olamadığı o, olası kimlik sahiplenmelerinden acaba hangisine karşılık gelmekte idi? Yaşamdan beklentilerine göre şekillenen tercihleri ve bunların toplamıyla kendisine ilişkilendirilen kimliği gerçekte hangi oranda içerisinde yaşatıp üzerine titrediği o “ ben” e ait birer gerçeklik olabilirdi? Gelecek zamanlarında olası bir “ben”i vardı. İçinde bulunduğu şu zaman diliminde basiret ve görüşüne kapalı olan ve asla doğruluğundan emin olamayacağı gelecekte ki eylemleri, niteliği belirsiz birer muamma olarak şimdiden beklemekte idi kendisini. Yüzünün kızarmasına neden olacak eylemleri olmamışsa dünden bugüne, bu belki de kendi aldığı kararların doğruluk yüzdesinin baskın çoğunluğundan öte tercihlerinin doğru bilinen değerlerden sapmasına neden olabilecek alınması zorunlu, kaçınılmaz bir takım müşküllerle henüz karşılaşmamasına bağlı olabilirdi. Peki ya aramızda sıradan birer insan olarak yaşamakta iken bir sabah uyandığımızda karşımıza suçlu biri olarak çıkıveren insanların durumuna ne demeli? Şartların, içindeki o kötü “ben” ile kendisini yüzleştirdiği talihsiz biri olarak mı bakacağız kendisine? Kendimizi avutmak için “ iyi bir insandı ama ..” şeklinde başlayan yargılamalarda mı bulunacağız? Ya da “ bu suça duyulan yatkınlık aslında irsi bir olgu imiş..” diyerek başkasının talihsizliğinden ders alacak yere çok bilmişliğimizi ortaya koymak için bunu bir fırsat olarak mı kabulleneceğiz? Ya ideolojik temelli suçlara ne demeli? Birilerini yargılamaya duyduğumuz kuvvetli ihtiraslarımız, bizde hangi yetiştirilme kusurlarının bir karşılığı olarak gösterir kendisini? Güç ve otoriteye sığınma, kendini bununla ifade etme isteği, varlık nedenimizi tanımlamaya yeterli olabilir mi şu kısacık yaşamda? Ya da birilerinin gözüne girme isteği ile sureti haktan görünerek başkalarının menfaati adına avazı çıktığı kadar bas bas bağırmak ve buna liberal bir kılıf bulmak..? Şu var ki, Lablace’in Şeytanı, insanlar arasındaki huzuru, dayanışmayı, hoşgörüyü ortadan kaldırabilecek her tür politik manipülasyonu en az bunun duayeni olan bizler kadar mükemmelen bilmekte imiş meğer…

Aydın AKDENİZ

21 Ağustos 2009 Cuma

Tarlaya, İnsan Tohumu Eken Deist Filozof…


Fontenelle, yıldızlar üzerine anlattığı öğretilerin markiz tarafından ilgi ile karşılanmasından son derece hoşnuttu. Ona gözün görebildiği kadarıyla, insanda bir sonsuzluk hissi uyandıran bu yıldızların hareketlerini hiç üşenmeden tek, tek anlatıyor ve bunların anlaşıldığını gördükçe heyecanı katlanarak daha da artıyordu. İşte, astronomi biliminin temelleri böylesi sıradan insani duyguların etkisi ile atılmıştı. Fontenellinin biyografisini henüz,yeterince araştırmış değilim ama okuduğum kitaplarda adı oldukça sık çıkar karşıma. O’nun markizle duygusal bir etkileşim içine girip girmediği değil konumuz fakat öte yandan ben, mizaç olarak işin bu yönüyle de ilgilenmekten alamam kendimi. Çünkü kanaatime göre düşünürleri, yoğunlaştıkları konuya iten bazı sebepler olmalı. Bu, yeri geldiğinde, rekabete bağlı kıskançlık, bazen şöhret tutkusu, bazen para kazanma hırsı ve bazen de yukarıdaki örnekte olduğu gibi duygusal beklentiler sonucu olabilir. Bilimsel düşüncenin gelişmesinde acaba bireysel etkenler, toplumsal ihtiyaçlara bağlı her tür baskı ve yönlendirmeden daha mı aktif rol oynamaktadır?. Sanırım buna evet demeliyiz çünkü eğer tabiatınızda sizi diğer insanlardan farklı kılan yetenek ve dürtüler varsa, o zaman topluma verilebilecek hazır cevaplarınız daima bulunacaktır. Ve doğal olarak bunlar elbette yaratıcı olmaktan uzak, sıradan cevaplar olacaktır. O halde genel kanaatlerin dışına taşarak gelişimi ortaya koyacak esaslar için bireysel tercih ve niteliklere fazlasıyla ihtiyaç duyulmaktadır.
Fontenelle, astronomiye dair görüş öne süren ilk insan değildi? Ama yaşadığı dönem Avrupa’sında üst tabakadan güçlü bir hanımın kişisel ilgisi, eski öğretilerden bunalıp yeni arayışlara yönelen o toplumun bu konudan haberdar olmasını sağladı. Ortaya çıkan ilgi, kopernik ile zirveye taşındı. Bu arada geometri bilimi gelişti. Asilzade kadınlar, sordukları geometri sorularına cevap veremeyen adayları geri çevirdiler. Derinlemesine etüt edilip artık zihinsel tatmine karşılık veremeyen düşünce akımları demode oldu. Ekonomik olarak diğer zümrelerden sıyrılan kesim, nüfuzunu arttıracak entelektüel kimlik arayışlarına yöneldiler. Bir çeşit tatmin yolu oldu bu arayışlar… Doğrusunu isterseniz antik dönem filozofları geometriye dair çok şey söylemişlerdi zamanında, üstelik benzer kaygılarla yapmışlardı bunu. Fenikeli gemicilere çok şey borçlu idiler bu konuda, çünkü Asya’dan gelen ve bu coğrafyalarda henüz bilinmeyen bu tarz düşüncelerle tanışmaları işte bu Fenikeli gemiciler sayesinde mümkün olmaktaydı. Açıklanabilir basit beklentiler, geniş hayal gücü ile birleştiğinde ve bunu kabule hazır etkili çevrelerin beklentileri yeni bir ekolün ortaya çıkışına uygun olan zemini hazırladığında, bir problem kalmıyordu. Bu etki ile siyasi manipülasyonlar yapılabilirdi. Ve hep yapıldı da. Düşünce sistematiğinin kendi bütünlüğü içinde ortaya koyduğu değer belki bu değerlerin topluma sunulmasının sağlayacağı sonuçlar yanında önemsiz kalabilmekteydi. Daha da önemlisi işin seyrini anlayacak çapta bir entelektüel derinliğe sahip bu kişilerin kendi vicdanlarında esecek duygusal fırtınayı nasıl tatmin edebilecekleri konusu. Allah vergisi bu yetenek ve birikimler ile kendi vicdani kanaatlerini sorgulamaya kalksalar acaba ne ile karşılaşırlar? Şu yaptığı işin ne olduğunu soran kişiye suçüstü yapılan filozofun verdiği cevapta olduğu gibi mekanik, duygusallık ve adaletten mahrum ahlak öğretileri mi? icat edilecek…“ insan tohumu ekiyorum! ”

Aydın AKDENİZ

Alaturka Hezeyanlarda Şu “Dini seven bir dinsizin Tanrı teorisi” ne Yaklaşımlar!


“Dini seven dinsiz”, makalenin başlığına konu olan bu tanımlama, yazar tarafından muhtemelen okuyucu üzerinde oluşturacağı düşünülen ilgi nedeniyle özellikle seçilmiş olsa da gerçekte böylesi bir tanımlama ile örtüşebilecek herhangi bir inanç ve değerler sistemi bulunmamaktadır tarihin akışında. Bu olsa, olsa ancak her iki taraf arasında iyi niyetlerle uzlaşıyı amaçlayan bir temenni olabilir. İnsanlığın savaş, tabii felaket ve salgın hastalıklar nedeniyle dayanılması güç, bunalımlı dönemlerde bir an için aradaki görüş ve inanç farklarını bir tarafa bırakıp karşılarına çıkan sorunlara birlikte çözüm arayışına girdikleri bilinen bir gerçektir. Nitekim sanattan edebiyata, mimariden müziğe pek çok alanda bu arayışın yansımaları olduğunu görmekteyiz. Makalede, izahına çalıştığım anlatımla örtüşen içeriğe katılmamak elde değil fakat öte yandan sosyolojik bağlamda, gelişerek günümüze gelen felsefi ekoller ve inançla ilgili değerler sistemini doğru okumak zorundayız. Kâinatta, basit bir tanımlama ile yaratıcı bir güç bulunamayacağını öne süren öğretilere ateizm denilmektedir. Bu kendi içinde değişmez tek bir öğretiye sahip değildir. Antik dönemden bugünlere kendisine muhatap alıp karşı duruş sergilediği inançlar karşısında değişerek bugünlere ulaşmıştır. Ve yine karşısına aldığı kanadın yoğun karşı çıkışlarına maruz kalmıştır. Karşılıklı olarak tezler ve anti tezler atılmıştır ortaya. Somut ve nesnel olanın konu edildiği metodolojisi nedeni ile bilimselliği temsil ettiği düşünülmüştür. Ateist yaklaşımların ihmal ettiği erdemlilik ve ahlaki olgu, tanrının varlığını kabul etmekle birlikte vahyi görmezden gelen bir başka felsefi akım tarafından karşılanmak istenir ki buna Deizm adı verilir. Resmi anlamda kabul gördüğü 16. yüzyıl Fransa’sından önce İtalya’da ortaya çıktığı kabul edilir. 164 yılında Paris’te Charbury baronu Edward Herbert, deizm hakkında bir eser yazmıştır. Kendisine dindar bir görüntü vermeye çalışarak ileri sürdüğü şeylerin birer dini gerçek olmayıp sadece bir din anlayışı olduğunu belirtmiş ve aradaki ayrıma dikkat çekmiştir. Sonraki dönemlerde ara, ara çıkarak ortaya, varlığını hissettirmiştir. Yaklaşımını kısaca, tanrıya, on emir ve tabletlerde verildiği biçimden tamamen farklı bir nitelik kazandırma eğilimi şeklinde özetlemek mümkün. Bugün dahi Musevilik ve Hıristiyanlık öğretilerinin önce kendi içlerinde ve sonra birbirleri ile kıyasıya rekabet ve mücadele içinde oldukları gerçeği, bahsi geçen coğrafyalarda bu akımların niçin yaygınlık kazandığını sanırım bizlere somut bir şekilde açıklamaktadır.

Aydın AKDENİZ

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Telefon Kulübesinde, Ölüme çeyrek Kala!

Kadın, yanındaki adamla birlikte olay yerinden hızla uzaklaşırken yüreğinin derinliklerinde yükselen o sese kulak kesilmiş, yakında evleneceği bu adamın o talihsiz kaza nedeniyle girdiği şokun etkisinden kendisini kurtarmak için yaptığı telkinleri artık duymaz olmuştu.
— Keşke o telefon kulübesine hiç girmeseydik diye sayıkladı kendi kendine.
Her şey o kadar ani gelişmişti ki, daha ne olup bittiğini anlamaya fırsat dahi kalmadan hayatın baharında, gencecik bir sokak çocuğu arabanın altında kalarak yitirmişti yaşamını. Üstelik kendi acelecilikleri neden olmuştu bu drama. O vakitte telefon etme isteği de nereden gelmişti akıllarına! Evdekiler bu küçücük gecikmeden dolayı biraz telaşlansalar kıyamet mi kopardı sanki! Hem sonra Ekrem biraz daha kontrollü olabilse idi, o yersiz öne çıkma, kendini ispatlama çabaları olmasa idi belki de hiç yaşanmayacaktı tüm bu olanlar. Zihnine üşüşen sorular verilebilecek cevapları beklemeden peş peşe gelmeye devam ediyordu.
— Ne kadar sorumluyuz biz bu olanlardan? Sokakta kendi kaderine terk edilen bu çocukların geleceği adına toplum olarak üzerimize düşenleri yaptık mı yeterince? Ya o ailelere ne demeli? Nasıl bir gerekçe ile çocuklarını sokağın insafına bırakabiliyor bunlar! Ahh, Ekrem, aslında tüm bu olup bitenler senin şu kabalığın ve gösteriş merakı yüzünden geldi ya başımıza.. İyi bir eş olabilir mi acaba senden? Kim bilir..!
Ekrem, Aysu’nu girdiği şoktan kurtarabilmek için birkaç kez telkinde bulunmayı denese de sonuç alamamıştı bu girişimlerinden. Sonunda onu kendi haliyle baş başa bırakmaya karar verdi. Hem az ileride, yolun bitimindeki köşeyi dönünce karşılarına bir kafeterya çıkacaktı nasıl olsa. İşte orada bir yandan kahvelerini yudumlar öte yandan şu evlilik tarihini belirleyerek konuşurlardı aralarında. Aysu da böylece kendisini bu denli meşgul eden düşünce ve karamsarlığından kurtulmuş olurdu.
Az sonra kafeteryaya varmışlardı. Oturmak için gözlerden uzak tenha bir köşeyi seçtiler. Kadın, içtiği kahvenin etkisi ile biraz olsun kendine gelmiş ve şuuru açılmıştı. Ekrem’e dönerek;
— Dolaylı da olsa seni şu kazadan sorumlu tutarak sanırım haksızlık ettim sana. Ne yapayım! Yaratılış işte, elde değil! Bu gibi konularda galiba aşırı tepki veriyorum.
— Hayır canım, doğru olanı yaptın sen. Yerinde kim olsa etkilenirdi yaşadıklarından. Önemli olan şimdi nasıl olduğun. Sen, iyisin artık, öyle değil mi hayatım?
— İyiyim, iyiyim meraklanacak bir şey yok. Düşünüyorum da tanışalı yalnızca üç ay oldu ve şimdi biz evlilik tarihimizi konuşacağız artık, Aman Allah’ım her şey ne kadarda hızlı gelişti böyle!
— Darılırım ama bak! Sanki endişeli gibisin bu aşamaya gelmekten! Ama haklısın, genç kız yüreği işte, ne yaparsın. Sığındığı limandan bir türlü ayrılmak istemeyen gemiler gibisiniz siz.
— Seninle tanıştığımız o ilk günü hatırlıyorum da ne kadar da tanıdık gelmişti yüzün bana. Sana bu denli bağlanıp kalmamda bilemiyorum etkisi var mıydı bunun?
— Anlaşıldı, anlaşıldı. Demek yeterince güven veremedik hala sana. Unutma insan insana benzer. Hani boş yere dememiş atalarımız, insanlar çift olarak yaratıldı diye. Bana birkaç dakika izin verir misin? Sigaram kalmamışta! Az sonra yanında olurum canım.
Ekrem, yerinden doğrulurken düşünceliydi. Aysu’nun söyledikleri soğuk bir duş etkisi uyandırmıştı üzerinde. Evet, onunla ilgili beklentileri vardı, bu doğruydu. Fakat o bunu sezinlemiş olamazdı. Onun için, bankada çalışan şu şıllığa bir kucak dolusu para yedirmişti. “ “ Ekrem Bey, tam aradığınız gibi banka hesabı şişkin, üstelik yaşlı anasından başka kimsesi olmayan çekici bir müşteri geldi şubemize. Fakat anlıyorsun değil mi?” diyerek sinsice süzülmüştü yanına. Kadının bakışlarındaki açgözlülük ve acımasızlık kendisinin dahi kanını dondurmuştu. Birkaç iş yapmıştı bu kadınla birlikte. Doğrusu başarılıda olmuşlardı hani. Cesaretleri bu yüzden artmış ve avlanmayı bekleyen avcılar gibi yattıkları pusuda talih bu kez karşılarına Aysu’yu çıkarmıştı. Onunla bankada karşılaştı önce. Profilden gördüğü bu yüz deki masumiyet, kirli düşüncelerinden dolayı utanç duymasına neden olsa da çekimserliğini kısa sürede attı üzerinden. Evet, şimdi hedefleri her ne olursa olsun Aysu idi. Ekrem bu düşünceler içinde iskemlesinden doğrulurken paltosunun cebinden düşen cüzdanı fark etmedi. Aysu, az sonra yerde duran cüzdanı görmüştü. Eğilip onu, düştüğü yerden aldı. Kısa bir tereddütten sonra merakla açtı. İçindeki fotoğrafa baktı ve arkasına yaslanarak düşüncelere daldı. Fotoğrafta, Ekrem’in şu bankacı kadınla oldukça sıkı fıkı göründüğü kareler vardı. Evet, hatırlamıştı artık Ekrem’in yüzünü. “ Tanışmamız bir rastlantı değilmiş demek ki …” şeklinde derin bir iç geçirdi kendi kendine. Ekrem’in dönüşünü beklemeden acele ile kalktı yerinden. Koşar adımlarla hızla uzaklaştı kafeteryadan. Ekrem geri geldiğinde oturdukları yerde Aysu’yu göremedi. Masaya yaklaştığında masa üzerinde duran cüzdanı ve fotoğrafı fark etti. “ her şeyi anlamış olmalı! ” diye mırıldandı. Ardından koşarak yakalamaya karar verdi onu. Yakalayacak ve zorla senet imzalatacaktı kendisine. Madem güzellikle kendiliğinden olmuyordu bu iş… O halde zor kullanmalıydı. Sokakta deli gibi koşuyordu artık. Ne yağan yağmura ne de kendisine yadırgayarak bakan insanlara aldırdığı vardı. Aysu’yu şu birkaç saat önce tinerci çocuğun kaza geçirdiği telefon kulübesinin önünde gördü. Yolun karşı tarafına geçmeye çalışıyordu. Az sonra enseleyeceğim seni diye haykırdı.
Aysu arkasından kendisine doğru koşarak yaklaşan Ekrem’i fark etti. O da bilinçsizce korku içerisinde koşmaya başladı. Trafik şimdi, allak bullak olmuştu. Öfke ile bağrışan sürücülerin küfür dolu haykırışları yankılanmaktaydı kulaklarda. Derken, acı bir fren sesi duyuldu. Şuursuzca koşuşturan bir adamın seyir halindeki bir arabaya çarptığı sonra havalanarak yol kenarındaki telefon kulübesinin oraya doğru hızla savrulduğu görülmüştü. Bu elbette Ekrem’den başkası değildi. Ekrem, hayata gözlerini acı ile usulca yumarken, bakışları son bir kez gayri ihtiyari Telefon kulübesine yönelmişti.

Aydın AKDENİZ

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Asimetrik Körlükte, Doğu Türkistan!


Uzunca bir zamandır hemen yakınımızda, neredeyse sınır komşusu olduğumuz devletlerde yaşanan sıkıntıları gördük. İran’da, Irak’ta, eski Sovyetler Birliği’nde, Yugoslavya’da ve Almanya’da olup bitenler… şöyle bir yirmi yıl kadar gerilere gidildiğinde hiç değilse bizim gibi sıradan insanların ön göremeyeceği çapta köklü değişimler yaşandı buralarda. Almanya, doğu ile arasındaki duvarları kaldırdı önce. Ardından büyük bir ekonomik dar boğazla karşı karşıya geldi. Birleşmeyle birlikte kendisine mal edilecek faturayı ödemeye, çoktan razıydı. Yugoslavya, değişimle birlikte en kanlı çatışmalara sahne olan ülkelerden biri oldu. Gorbaçov, Sovyet tarihinde adı artık nasıl anılır? Bunu bilemem ama yaşadığımız coğrafyada bu dönüşüme imkân veren ilk liderlerden biri olmuştu vakti zamanında. Bugün, adı bile telaffuz edilmiyor. Irak, hepimizin malumu. Şimdilik omuzlarına çöreklenen Dionysos’un ağırlığından kurtarmışa benziyor yakasını. Fakat tüm bu gelişmeler dünyanın olup bitenden fazlasıyla haberdar olduğu, ilgi ve alakasını geçmişten bugüne kesintisiz bir şekilde sürdürdüğü bu coğrafya üzerinde gerçekleşmişti. Tartışılır oldu yapılanlar. Irkçı, milliyetçi değerler yükselmiş, küreselleşmeye karşı çıkılır olmuştu. Bloklaşmalar, ittifaklar, kamplaşmalar, an be an, gün ve gün komşu devletler arasında sıradan bir olguya dönüşmüştü. Dikkatlerin biraz olsun dağıtılarak gözlerden ırak yerlere yönlendirilme zamanı gelmemiş miydi acaba? Böylece, şu eski dünyanın gözü açık, yaşlı ve yorgun insanları derin bir ohh çekerek rahatlama fırsatı bulacaklardı.
Hani şu art arda dizilen domino taşları misali, fizik kurallarınca ilk hamle yapıldığında peşin sıra devrilmeye mahkum yığınlar…. Uzak doğuda ( ama dünya bir elipsoit. Olsun varsın, yaşlı ana karanın bencilliği belirleyici burada) benzer bir hamle yapıldığı takdirde, zaten geçmişten aralarında husumet ve çekişmesi olan etnik yapıya dayalı devletler düşecekler birbirlerine. En çok ta şu Kuzey Kore alacak ağzının payını. Sırtını Çin’e dayamak ne imiş görecek! Siz Çinliler, sanal parayı icat edersiniz haa! Kağıdı ,matbaayı bulduğunuz yetmedi mi size! Ucuz ticari emtia ile patent ve standartların güvenilirliğine ve tekelleşmesine meydan okumak ne imiş görürsünüz siz! Japonya, Avustralya, Malezya, Hongkok, Singapur ve diğerleri hesaplaşmak için girer sıraya vallahi. Şu Uygur meselesi bir ders olsun size!
Aklıselim nerede? Yok mu böylesi dert ve endişesi olan! Var olmasına var elbette ama sanırım henüz küresel boyutta haykıramayan cılız bir iradeden öte geçmiyor tüm varlığı!

Author: Aydın AKDENİZ