Bugün ele alacağım mesele, İsrail'in vahşiliği ve çağdaş yahudi kimliği hakkında söylemek zorunda olduklarım arasında her halde en önemli olanıdır. Bu mesele hakkındaki düşüncemi kapsamlı bir kitapta yahut akademik metinde şekillendirebilirdim ama bunun yerine tam tersini yapıp alabildiğince kısa ve basit bir dille aktarmaya çalışacağım.
Şu geçen haftalar zarfında İsrail'in Gazze'deki Filistinli sivil halka karşı soykırımvâri askeri harekâtına şahit olduk. Dünyanın en güçlü ordularından birinin kadınları, yaşlıları ve çocukları nasıl ezdiğine şahit olduk. Okulların, hastahanelerin ve mülteci kamplarının tepesinde gayri nizâmi silahların estirdiği fırtınaları gördük. Daha önce savaş suçları işlendiğini gördük ve de işittik ancak İsrail'in haddi aşması bu kez kategorik olarak farklı. Yahudi İsrail nüfusunun mutlak çoğunluğu buna destek verdi. İsrail ordusunun Gazze'deki harekâtını İsrail nüfusunun yüzde 94'ü destekledi. Yani İsraillilerin yüzde 94'ü sivillere karşı girişilen hava baskınlarını onayladı. İsrail halkı katliamı televizyon ekranlarından izledi, seslerini duydu, ateşler içindeki hastahane ve mülteci kamplarını gördü ama yerinden kalkmasına yeterli gelmedi. "Demokratik seçimle" iş başına gelmiş zalim liderlerini durdurmak için pek bir şey yapmadılar. Bunun yerine, içlerinden bazıları iskemleleri kapıp ordularının Gazze'yi kan banyosu yapılan, modern bir İbrani arenasına çevirişini izlemek üzere Gazze Şeridine nâzır tepelere çıktılar. Kampanyanın bitmişe benzediği ve Gazze'deki katliam ölçeğinin gözler önüne serildiği bugün bile vicdan azabı duymuş gibi durmuyor İsrailliler. Sanki bu yetmezmiş gibi bir de dünya çapındaki yahudiler, savaş sırasında "yalnızca Yahudilerin yaşayacağı bir devlet" lehinde nümayişler düzenlediler.
Apaçık savaş suçlarına verilen böylesi bir halk desteği daha önce görülmüş ve duyulmuş değildir. Terörist devletler öldürür, ancak belli belirsiz utanç duyarlar bundan. Stalin'in Sovyetler Birliği uzaktaki bazı Gulaglarda bunu yaptı; Nazi Almanyası kurbanlarını ormanların derinliklerinde ve tel örgülerin ardında öldürdü. Yahudi devletine gelince, İsrailliler, okulları, hastahaneleri ve mülteci kamplarını hedef alıp gayri nizâmi silahlar kullanarak savunmasız kadınları, çocukları ve yaşlıları güpegündüz boğazlıyorlar.
Bu seviyeye ulaşmış grup barbarizmi izaha muhtaçtır. Önümüzde duran görev, İsraillilerin toplu vahşiliği üzerine bir soruşturma olarak tanımlanabilir. Bir toplum nasıl olur da şefkat ve merhametini yitirebilir?
Terör, Ruhlarında Mündemiç
İsrailliler ve onların destekleyici yahudi cemaatleri, herşeyden ziyade kendi ruhlarında içkin olan vahşilik tarafından terörize ediliyorlar. İsrailliler gaddarlaştıkları nispette korkmaya başlıyorlar. Mantık basit. Bir kimse, ötekine daha fazla acı çektirdikçe çevredeki muhtemel, potansiyel ölümcül kapasiteden duyduğu endişe de o nispette artıyor. Daha geniş ifadeyle İsrail, Filistinli, Arap, Müslüman ve İran'da kendi içindeki saldırganlığı buluyor [kendi içinde bulduğu saldırganlığı onlara yansıtıyor]. İsrail vahşiliğinin sınır tanımadığı, hiçbir benzerinin olmadığı gerçeğini göz önüne aldığımızda endişelerinin [anksiyete] muazzam bir seviyede olduğunu söyleyebiliriz.
Demek ki İsrailliler, suç ortağı olan kendilerinden korkuyorlar. Ruhlarında mündemiç terörle ölümcül bir savaşa tutuştular. Fakat bu iş'te yalnız değiller. Sivillerin üzerine beyaz fosfor yağdıran bir devlete destek vermede yarışa giren diaspora yahudileri de aynı mahvedici tuzağa düştü. Büyük bir cürümün şevkli destekçisi olarak ruhunda bulduğu zalimliğin başkalarında tezahür etmesi düşüncesi onu korkuya sevkediyor. İsraili destekleyen diaspora yahudileri, kendi içlerinde bulduklarına benzer bir vahşi niyetin bir gün kendilerine dönmesi gibi muhayyel bir ihtimal karşısında harap oluyorlar. Anti-semitizm korkusunun aslı esası işte budur. Kollektif yahudi merkezli kabîlevi acımasızlığın ötekilere yansıtılmasıdır.
İsrail-Filistin çatışması diye bir şey yok
İsrail ve onun destekçilerinin, yanıcı bir iç saldırganlığın üzerine benzin döktüğü, ateşten intikam topu haline geldikleri şu kısır döngünün oluşumunu görüyoruz burada. Tüm bunlar hayli anlamlıdır. Filistinliler askeri bakımdan İsrail saldırganlığına ve İsrail'in yıkıcı kapasitesine karşı koyamayacaklarından dolayı bir İsrail-Filistin çatışmasının olmadığını savunma hakkına sahibiz. Ortada olan biten bir şey varsa o da İsrail'in psikozudur, İsrail'in endişe içerisinde kıvrandığı, kendi acımasızlığını başkalarına yansıttığı ruhsal bozukluk. Günümüzün Nazileri nazarıyla bakılan İsrailliler her yanda Nazi görmeye mahkum olmuşlardır. Benzer şekilde, anti-semitizm'in yükselişi diye bir şey de yok. Basitçe söylemek gerekirse, diaspora yahudileri, bizzat ispatladıkları şekliyle, etnik bakımdan kendileri kadar yoz ve merhametsiz birilerinin var olması ihtimaliyle perişan olmaktadır. Kısacası, İsrail politikası ve siyonist lobicilik hakkında hüküm verirken, topyekûn psikozun eşiğindeki ölümcül kollektif yahudi paranoyasından daha azı takdir edilmemelidir.
Siyonisti, kanlı yolculuğundan kurtarmanın bir yolu var mı? Tarihin seyrini değiştirmenin, İsraillileri ve onun destekçilerini düştükleri dalâletten kurtarmanın bir yolu var mı? Bu soruyu sormanın en iyi şekli, İsraili ve siyonisti bizzat kendisinden koruyacak bir yolun olup olmadığını sormaktır. Anlaşılabileceği üzere aslında tam olarak İsraillileri ve siyonistleri kurtarmakla ilgili değilim. Daha doğrusu, aklım, siyonistleri haddi aşmaktan kurtarmanın Filistine, Irak'a ve galiba bize barış ihtimalini sunacağını söylüyor. İsrail, bunun görmede zaafa düşenler için buzdağının görünen küçük bir kısmıdır. Ölümcül bir şekilde müdahaleci neocon ideoloji ve uygulamaların doğrudan sonucu olarak Amerika, İngiltere ve Batı eninde sonunda benzer korku politikalarına mahkumdurlar.
Nasıradan Çekinmek
Anlatıldığına göre çok zaman önceleri, Kenan diyârında [din] kardeşleriyle birlikte yaşayan İsrailoğullarından bir zat varmış. Çağdaş İsrailliler gibi o da nefret, intikam ve korkuyla kuşatılmış bir halde yaşıyormuş. Belirli bir merhalede artık müdahale etmeye ve durumu değiştirmeye karar vermiş ve bir de bakmış ki acımasızlıkla baş etmenin lütuftan başka hiçbir yolu yok. "Öteki yanağını çevir" düsturunu salık vermiş. İsrailoğlunun psikozuna "içteki terörle savaş" teşhisi koyan İsa, şiddete karşılıkta bulunmanın tek yolunun, içindeki iyiliği ararken aynaya bakmak olduğunu kavramıştı.
İsa'nın çıkardığı dersin, batılı evrensel ahlâkın şekillenmesine zemin hazırladığı hayli belirgindir. Modern siyasi ideolojiler kendi derslerini Hıristiyan ümidinden devşirir.
Marks'ın eşitlik adına sürdürdüğü normatif arayış, İsa'nın kardeşlik mefhumunun seküler bir dille yeniden yazılması olarak görülebilir. Ne var ki tek bir siyasi ideoloji bile çıkıp da İsa'nın lütuf (grace) mefhumunu almadı. Barışı arama fiili öncelikle insanın derûnunda başlar. İsrailliler ve onların neocon ikizleri barışı caydırıcılıkta ararken hakiki barışa, ruhta ahenk arayışıyla ulaşılabilir. Lacancı bir uzman komşuyu sevmenin gerçekte kendini sevmek olduğunu telkin edebilir. İsrailli'nin durumu bunun tam tersidir. Tekrar tekrar ispatladıkları üzere gerçekte kendilerini sever, komşudan nefret ederler yahut kısaca, sadece kendilerini sever umumdan nefret ederler. Neredeyse herşeyden ve herkesten nefret ederler: Arap'tan, Chavez'den, Alman'dan, İslam'dan, Mûsevi olmayanlardan, domuz etinden, Papa'dan, Filistinliden, Kiliseden, isa'dan, Hamas'tan, Kalamar ve İran'dan. Sen söyle, onlar nefret etsin. Böylesi bir nefret zevk vermedikçe tüketici bir proje olsa gerektir. Ve hakikat, İsrailoğullarının "zevk ilkesi" şu şekilde ifade edilebilir: Başkalarına acı çektirirken nefrette zevk bulmak.
Bu noktada söylemek gerekir ki "içteki terörle savaş" bir yahudi icâdı değildir. Herkes – uluslar, halklar veya bireyler – onun potansiyel nesnesidir. Amerika'nın Hiroşima ve Nagazaki'de yaptığı nükleer katliam Amerikan halkını terörize edilmiş bir topluluk haline getirdi. Bu toplu endişe, "soğuk savaş" olarak bilinir. Amerika bizzat kendisinin ispatladığı şekliyle merhametsiz birilerinin ortaya çıkması korkusundan kendisini hâlâ kurtaracak. Şok ve Dehşet'te Amerika ve İngiltere üzerinde bir yere kadar benzer etkiye sahiptir. Yüksek motivasyona sahip bir seçkinler sayesinde dehşete kapılmış kitlelerin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu türe "korku politikası" deniliyor.
Ama yinede batılı söylemi düzeltici bir mekanizma var. Kendi kendisini besleyen paranoya eliyle gittikçe radikalleşen yahudi devletinin aksine, şerle öyle ya da böyle yüzleşilmekte ve er ya da geç kuşatılmaktadır. Câni kınanmakta ve barış ümidi bir şekilde eski durumuna iade edilmektedir. Bu demek değildir ki Obama'nın bir değişim getirmesi hususunda nefesimi tutuyorum, hakikat, Obama'ya değişim getirmesi için oy verildi. Obama, şerri hakiki manada sınırlandırma teşebbüsümüzüm sembolüdür. Yahudi devletinde ise olmamakla kalmayıp asla da olamayacak bir şeydir bu. İsrail ve Batı arasındaki fark âşikardır. Batıdaki Hıristiyan mirâs, evrensel iyilik esasına dayalı bir temenniye imkan vermektedir. Sürekli olarak şerre mâruz kalma tehdidi altındayız ama iyiliğin galebe çalacağına inanma eğilimimiz var yine de. Halbuki İsrailoğullarının kabilevi söyleminde seçilmişin mülkiyetindedir iyilik.
İsrailliler komşuda bir iyilik yahut zerâfet görmezler, komşularını vahşi ve yaşamı tehdit eden bir unsur olarak görürler. Zerâfet, İsraillilerin mülkiyetindedir ve tesadüfe bakın, kendileri öylesine masum öylesine mağdurlardır ki. Batının evrensel söyleminde iyilik bir kişiye yahut ulusa ait değildir; herkese aittir ve aynı zamanda hiçkimseye ait değildir. Batının evrensel mirâsına göre iyilik, hepimizin derûnundadır. Bir siyasi parti veya ideolojinin mülkiyetinde değildir. Hepmizin özünde yüceltici bir lütuf ve iyi bir Tanrı var
Nasıl bir [Tanrı] Baba?
"Tanrınız RAB mülk edinmek üzere gideceğiniz ülkeye sizi götürdüğünde ve önünüzden birçok ulusu kovduğunda...onların hepsini yok etmelisiniz. Onlarla antlaşma yapmayacak ve onlara acımayacaksınız." (Tesniye 7:1-2)
İsrail ve onun destekçisi lobilerin söyleminde şefkate yer olmayışının kökenini bu noktada anlamaya teşebbüs edebiliriz. Yahudiler ve onların farklı Tanrıları arasındaki sorunlu ilişkileri tafsilatlı bir şekilde incelemenin konuya biraz ışık tutacağına inanıyorum. Yahudi "Tanrılarının", "İdollerinin" ve "Baba Figürlerinin" sayısındaki artışın belli belirsiz sorun teşkil ettiği açıktır en azından söz konusu olan ahlak ve zerâfet olduğu müddetçe. Oğul ve ahlâksız babası arasındaki ilişkiler tetkik edilmelidir. Felsefeci Ariella Atzmon (kendisi annem olur), yanlış başlangıcın karmaşıklığını "Fagin Sendromuyla" tanımlar. Charles Dickens'ın Fagin'i, çocukları suça teşvik eden bir yetişkindir. Yankesiciliğin ve hırsızlığın nasıl yapıldığını öğretip onları çalıştırır ve çocukların çaldığı mallar karşılığında onlara yiyecek ve barınak sağlar. Çocuklar, efendilerine karşı minnet duymalıdırlar ama kendilerini hırsız ve yankesiciye çevirdiği için onu aşağılamalıdırlar da. Çocuklar Fagin'in sahip olduğu her ne varsa hepsinin de çalıntı olduğunu, Fagin'in zarifliğinin içtenlikli veya hâlis olmaktan çok uzak olduğunu farkederler; gayrı ahlaki kancadan kurtulmak için er ya da geç efendi Fagin'e sırt çevireceklerdir.
Baba-oğul bakış açısından, Kitab-ı Mukaddes'in Tanrı Yehova'sı Fagin sendromunda gördüğümüzden farklı değildir. İsrail'in Tanrısı, yerli sâkinleri soyup soğana çevirmeleri maksadıyla şu seçtiği halkı çölden vaad edilmiş topraklara göndermektedir. Ahlaklı babadan veya "inayetli bir Tanrı'dan beklenecek olan bu değildir. Sonuç itibariyle İsrailoğulları Yehova'yı sevdikleri nispette kendilerini katil ve soyguncuya çevirmiş olmasından dolayı onun hakkında belli belirsiz şüphe besliyor olmalıdırlar. Hüsn-ü muamelesinden bile kuşku duyuyor olmalılar. Dolayısıyla yahudi tarihi boyunca "sadece birkaç yahudiden"daha fazlasının semâdaki babaya sırt çevirmiş olmaları bizi şaşırtmamalıdır.
Bununla birlikte sekülerist algıya göre Tanrı/lar insanlar tarafından icât edilmiştir; bu algı çerçevesinden bakınca, böylesi "ahlaksız Tanrıyı" icâd eden kimdi acaba diye sorası geliyor insanın. Böyle bir Tanrının kurallarını takip etmeye insanları zorlayan nedir? Yehova'dan uzak durmaya başladıktan sonra Yahudilerin icâd ettiği alternatif tanrıların hangileri olduğunu tespit etmek ilginç olacaktır.
Lincoln'ün Amerika'da köleliği kaldırmasından beri geleneksel kâbilevi ortam ve ortodoks Musevilik'ten [Rabbinik Yahudilik / Çifte Torah] "birkaç yahudiden" daha fazlası uzaklaştı. Pek çoğu kendilerini çevreleyen gerçeklere karışıp gitti, seçilmişlik etiketini bir kenara bıraktı ve sıradan insanoğluna döndü. Diğer pek çok yahudi ise Tanrı'yı terk etti ama ırki ve kabîlevi bağlarını korudu. Kabîlevi aidiyetlerini Museviliğin umdesine değil etnik, ırki, siyasi, kültürel ve ideolojik zemine dayandırmaya karar verdiler. Yehova'yla ilişkilerini kesmelerine rağmen sekülerist bir bakış benimsemede inat ettiler ki çok geçmeden yekpâre, din benzeri bir umdeye döndü. Yahudi kitlelerin 20. yüzyıl boyunca çok cazip bulduğu din benzeri iki ideoloji Marksizm ve Siyonizmdi.
Marksizm, seküler bir evrensel ahlak ideolojisi olarak tasvir edilebilir. Bununla birlikte Marksizm, yahudi kabilesinin umdesine dönüşme sürecinde humanizminin veya evrenselliğinin tüm izlerini kaybetti. Bildiğimiz üzere, siyonist ideoloji ve uygulama, kendilerini Marksın gerçek takipçileri olarak adlandıran solcu yahudilerin hâkimiyetindedir. Filistinliler pahasına gerçekleşen Yahudi ulusal dirilişinin meşru bir sosyalist çaba olduğuna iman ederler.
Yeterince ilginçtir, onların muhalifi olan Siyonit Karşıtı Doğu Avrupa Yahudi İşçi Sendikaları Birliği, Filistinlilerin kurumsal soyguna mâruz kaldıklarına inanmadı; bunun yerine, zengin Avrupalılardan almanın, sosyal adalet yolunda büyük bir evrensel sevap olduğuna inandılar.
Aşağıdaki mısralar birliğin marşından:
Korkusuz nefretimiz sürüp gidecek,
Yoksulu soyana ve öldürene:
Çar'a, efendilere, kapitalistlere.
İntikamımız çabuk ve kesin olacak
Ahlak veya siyasi bağlara herhangi bir soru havale etmeksizin açıktır ki Marksist Yahudi marşı "nefret" ve "intikamla" bezelidir. Yahudilerin Marks, Marksizm, Bolşevizm ve eşitlik şevki bilindiği kadar hikayenin sonu da biliniyor. Yahudiler uzun zaman önce kitle halinde Marks'tan koptular. Devrimi, Chavez, Evo Morales gibi gayri-musevilere (Goyim) terk ettiler; evrensel eşitlik ve ahlakın hakiki manasını hakikaten içselleştirmiş liderlere.
Marksizm, 19.yy'ın sonları ve 20.yy'ın başlarında Avrupalı yahudilerden pek çok takipçi kazandı ama Holokost'un ardından siyonizm, dünya yahudilerinin sesi oldu. Fagin benzeri Siyonist Tanrılar ve idoller doğdu: Herzl, Ben Gurion, Nordau, Weizmann, takipçilerine gayri ahlâki bir başlangıç vaad ettiler. Vâdesi geçeli çok olmuş tarihi adâlete giden yol Filistinlileri soymaktan geçiyordu. Siyonizm, Eski Ahidin kutsi metnini tapu siciline dönüştürdü. İsrailli'nin Siyonizme ve Siyonist ideolojiye karşı hıncını açıklamaya yeter bu. İsrailli, Yahudi Diaspora'nın gayri ahlâki kolonyal projesinde istihkamcı olmaktan ziyade toprakların tabîî sâkini olmayı tercih ederdi. İsrailli yahudi, siyasi duruşunu ahlâki gerçeklerden kaçarak sağlıyor. İsraillinin, yaptığı savaşları sevdiği gerçeği kadar, bu savaşları vermekten nefret etmesini de açıklar bu. "Yahudi ulusu" veya "Siyonizm" gibi büyük ve ırak bir ideoloji uğruna ölmeye razı değiller. Beyaz fosforu ve misket bombasını muhakkak ki uzak bir yerden atmayı tercih ederlerdi.
Ne ki modern yahudi ulusçuluğunun nispeten kısa tarihi boyunca, Siyon, diğer tanrılar ve koşer idollerden arkadaşlar edindi. 1917'lerde Lord Balfour, yahudilere Filistinde ulusal bir devlet dikebileceklerini vaad etti. Söylemeye gerek yok, Yehova vakasında olduğu gibi Lord Balfour da yahudileri yağmacı ve soygunculara çevirdi; düpedüz ahlaksız bir vaadle gelmişti. Yahudilere bir başkasının topraklarını vaad etmişti. Esasen yanlış bir başlangıçtı. Yahudilerin İngiliz İmparatorluğuna sırt çevirmeleri çok uzun zaman almadı. BM 1947'de ahmakça aynı hatayı yaptı; yahudilere münhasır bir devletin doğmasına yol açtı ve yine Filistinliler pahasına. Uluslar adına Filistinin yağmalanmasına meşruiyyet kazandırdı. Kendisinden uzak durulmuş Yehova vakasında olduğu gibi yahudilerin BM'e sırt çevirmeleri yine çok zaman almadı. Ben Gurion "gayri-musevilerin ne dediği önemli değil, önemli olan yahudilerin ne yaptığıdır" demişti. İsrailliler şu yakın zamanlarda, Beyaz Saray'daki uşakvâri dostlarından bile kaçındılar. İsrailli bir general (emekli general Şolomo Brom) Amerika'da yapılan son seçimlerin arefesinde G.W.Bush'a "aşırı destekleyici olmak sûretiyle İsrail'in çıkarlarına zarar verme" suçlamasını yöneltti. İsrailli generaller esasen İsrail'i komşularını imha etmekten alıkoymadığı için suçluyorlardı Bush'u. Alınacak ders bellidir: Siyonistler ve İsrailliler, kaçınılmaz bir şekilde tanrılarına, idollerine, babalarına ve yardım etmeye çalışan diğerlerine düşman kesileceklerdir. Fagin sendromunun İsrail politikası bağlamındaki gerçek anlamı budur. Her zaman babalarının aleyhine döneceklerdir.
Hepsinini içerisinde en ilginç yahudi inanç sisteminin, İsrailli felsefeci Yeshayahu Leibowitz'in doğru bir şekilde "yeni yahudi dini" olarak tanımladığı Holokost Dini olduğuna inanıyorum. Holokost dininin en ilginç tarafı, onun tanrı figürüdür: Yahudi.
Yeni şekillenmiş dogmatik bu umdenin takipçisi, "Yahudiye" inanır, kendini kurtarana. "Son soykırımdan sağ olarak kurtulana." Takipçileri, Yahudiye iman eder, "vaad edilen toprağına" kavuşmuş "masum" kurbana ve şimdi de başarılı diriliş anlatısını kutlayarak ayin yapar. Holokost dini söyleminde Yahudi, belirli bir dereceye kadar, ifadesini gücünde ve sonsuz keyfiyetinde bulan Yahudiye iman eder. Yeni şekillenmiş bu dini çerçevede Tel Aviv, Mekke'dir, Yad Vashem Holokost Müzesi ise Kâbe. Bu yeni dinin dünya çapında pek çok mâbetleri (müzeler) ve mesajını ileten ve muhaliflerini cezalandıran rahipleri de var. Holokost dini, yahudi bakış açısından, kendini sevmenin en şeffaf ifadesidir. Geçmiş ve gelecek, burada anlamlı "bugünle" birleşir; tarihin praksis'e tahvil olduğu andır. Pratik söylemek gerekirse, politik ve ideolojik bakımdan kendisini Yahudi olarak tanımlayan herkes bilinçli ya da bilinçsiz olarak Holokost dinine boyun eğmekte ve baba figürü "Yahudinin" takipçisi olmaktadır.
Zerafet'ten ne haber? yeni baba figüründe herhangi bir iyilik var mı? Filistin halkı pahasına her gün yüceltilen bu masum kurbanlık anlatısında lütfa yer var mı?
Eğer tarihin sonu diye bir şey varsa, Holokost dini Yahudi tarihinin sonunu temsil eder. Holokost dini ışığında, Baba ve Oğul nihayet birleşir. En azından söz konusu olan İsrail ve Siyonizm olduğunda, soykırımvâri ideoloji ve gerçeklik amalgamında kaynaşırlar. Holokost dini ve onun destansı bekâ değerleri ışığında, bir yere kaçmanın mümkün olmadığı açık hava hapishanesine kafeslenmiş kadın ve çocukların üzerine yahudi devletinin beyaz fosfor yağdırma hakkı vardır. Yeterince üzücüdür, yahudi devletinin işlediği cürümler yahudi halkı nâmına ve zulüm altında geçen sıkıntılı bir tarih adına yapılmaktadır.
Yahudiler tarihte pek çok tanrıdan uzaklaştılar, Yehova'yı, Marks'ı terk ettiler, bazıları ise Siyonizmin hiçbir zaman peşinden gitmedi. Ancak Holokost dini ışığında - Gazze, Cenin ve Lübnan'daki manzaraları akılda tutarak - yahudiler geleneği muhafaza edip bu kez "Yahudiye" sırt çevirebilirler. Yahudi, bu yeni Baba figürünün kendi şeklinde olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır. Dehşete düşürücü olan ise yeni babanın öldürme çağrısı olacağını ispatlamasıdır. Görünen o ki yeni baba, tüm tanrılarının içerisinde en şerlisi olacaktır.
Ezoterik baba figürüne sırt çevirecek kadar cesur kaç yahudi çıkacak merak ediyorum. Evrensel bir ahlak söylemi benimseyerek insanlığın geri kalanına katılacak kadar cesur olacaklar mı? Yahudinin Yahudiye sırt çevirip çevirmeyeceğini zaman gösterecek. Sadece bir şüpheyi ortadan kaldırmak için söyleyelim, ben "Yahudimi" uzun zaman önce terk ettim ve iyiyim.
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
1 Nisan 2009 Çarşamba
İçteki Terörle Savaş:Yahudi Tarihinin Sonu
Etiketler:
Gilad Atzmon